Karanlığın ve Ölümün Şairi, Sylvia Plath

“Ben ölü yumurta, uzanmışım

 Büsbütün
 Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine”

(Çeviren; Yusuf Eradam)

diyordu Amerikalı şair Sylvia Plath. Yazdıklarıyla bizi ürperterek, kendi karanlığına sürükleyerek, duygularımıza, düşüncelerimize dokunmayı başardı. “Kan fıskiyesidir şiir ve durdurulamaz” diyerek hayata karşı direnmek için tek silahı olan şiiri kullandı.

Onun için itirafçı şair, gizdökümcü şair, lanetli kadın şair, ruhuna işkence eden kadın gibi tanımlamalar yapıldı. R. Lowell, A. Ginsberg, T. Roethke, J. Beryman ve A. Sexton ile birlikte anıldı adı. Sylvia Plath yalnızca şiirleriyle değil, roman, öykü, günlük ve mektuplarıyla da tanındı. Son yazdığı romanı ve günlüklerinden bazılarını kocası Ted Hughes’un basılmasını engellediği biliniyor. Çocukluğunda da şiir yazan ve günlük tutan Plath’ın en önemli eğitmeni annesiydi. Annesiyle, kitaplar, müzik ve sanat hakkında konuşmalar yapıyorlardı. Konuşurken ve yazarken sözcükleri nasıl kullandıklarını ve ifade biçimlerini tartışıyorlardı. Öğretmen olan annesinin tüm kitaplarını çocuk yaşında okumuştu. Derslerinde çok başarılıydı. Mozaik parçalarıyla tasarımlar yapıyordu. Kartlar hazırlıyor, üzerlerine kısa şiirler yazıp desenler çiziyordu.

8 yaşındayken hastalanan babası biyoloji Profesörü Otto’nun öldüğünü söyleyen annesine Plath,“Asla Tanrı’yla konuşmayacağım artık” diyerek Tanrı’ya isyan etti. Babasının ölümü onda derin izler bıraktı. Babası kendisine sevgi veren taptığı bir insandı. Dev gibi bir adam diyordu onun için. Ama babası onu bırakıp gittiği için ondan nefret etti. Annesine de kızgındı kendinden yirmi yaş büyük olan babasıyla evlendiği için. 8 yaşındayken annesine ölene dek kimseyle evlenmeyeceğine dair bir kağıt imzalattı. Aynı yıl ilk şiirini yazdı. Ve bu şiir bir dergide yayınlandı.

Sylvia Plath, en başta Auden olmak üzere, Yeats, Eliot, Dylan Thomas gibi İngiliz şairlere hayranlık duyuyordu. Şiirdeki ilkel, duygusal tepkinin ardında entelektüel bir disiplin olması gerektiğini düşünüyordu. Yazdığım şiirlere şaşıyorum. Dokunaklı, ilginç görünüyorlar, ama ne denli derin olduklarından emin değilim. Sıkı bir usavurmaya dayalı, ritmik bir mantığın yokluğu canımı sıkıyor. Ama gene de özgür kılıyor beni…”


Kıvranıp çatırdıyor ormanlar ağrılar içinde ve kendini unutuyor gün.
Çamur donarken küçük balıkların kıvrılıp kıvrandıkları
Suyu boşaltılmış bu havuza eğiliyorum.
Hepsini topluyorum, gözler gibi parıldıyor hepsi de.
eski kütükler ve eski imgeler morgu göl
Açılıp kapanarak yansımaları arasına alıyor onları.

(Çeviri; Gürkal Aylan- Özel Alan şiiri)


“Yazmak için yazmak, bir şeyi onun verdiği haz için yapmak. Nasıl da tanrısal bir bağış.” “En kötüsü, tümünün en kötüsü, yazmaksızın yaşamaktır. Peki küçük cinlerle nasıl yaşanır, büyümeleri nasıl engellenir?” diyordu günlüğünde. 1962’de kendisiyle yapılan bir söyleşide; “benim şiirlerimin doğrudan doğruya sahip olduğum duygusal ve heyecan veren deneyimlerden ortaya çıktığını düşünüyorum, bıçaklanmış, iğne veya sivri bir şey batırılmış gibi içten gelen feryatları hoş bulmuyorum.. İnsanın deneyimlerini kontrol edip yönetmesi gerektiğine inanırım ve en korkuncunu bile, delilik gibi, işkence gibi. Kişi aklı ve bilgisi ile bu deneyimleri ustaca idare edebilmeli. Kişisel deneyimin çok önemli olduğunu düşünüyorum ama kesinlikle bir çeşit kapalı-kutu ve aynaya bakış gibi narsistik bir deneyim olmamalı. Daha kapsamlı şeylerle, Hiroşima ve Dachau ve diğerleri gibi daha büyük şeylerle ilgili olmalı diye düşünüyorum.” “Örneğin ilk kitabım The Colossus’dan herhangi bir şiirimi yüksek sesle okuyamıyorum şimdi. Onları sesli okunmaları için yazmadım. Onlar, gerçekte, tam ilkeller,beni sıkıyorlar. Şimdi okuduğum bu şiirler, çok yeni olanlardır, onlarla konuşurum kendi kendime ve bu, yazma deneyimimde benim için tamamen yeni bir şey. Anlaşılırlık özellikleri onları kendime söylememden kaynaklanır. Onları yüksek sesle söylerim.”(Çeviri; Dilek Değerli)

Sylvia Plath, yaratıcılık ve doğaçlama için hayalgücüne sahip olunursa hayatta her şey hakkında yazılabilir diye düşünüyordu. Romanda özel eşyalarla daha fazla ilgilenildiğini ama diş fırçalarını asla bir şiire koyamayacağını söylüyordu. Şiirin daha zalim bir disiplin olduğunu düşünüyordu. Yazarlar ve sanatçıların en narsist insanlar olduklarını düşünüyor, yazarlar dışındaki diğer meslekten insanları tercih ettiğini söylüyordu. Plath’ın 1962’de yazdığı ve geniş yankılar uyandıran “Babacığım”(Daddy) şiirinde babasını acımasız, insanlıktan uzaklaşmış Nazi subaylarına benzeten Plath, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetti:


“Dikenli tellere takıldı kaldı
 ich, ich, ich, ich
 Güçlükle konuşurdum
 Her Alman’ı sen sanırdım
 Hele o yüz kızartıcı dilin”

Babasına kızgınlığı, Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteğine dönüşmüştü. Bu öfke, “Babacığım”(Daddy) şiirinde daha şiddetli bir hal almıştı:

“Babacığım öldürmek zorundayım seni.
 Ben zaman bulamadan ölüverdin - ”

………..

“Baba, baba , seni piç
 Artık seninle işim tamamen bitti.”


1955'te Smith College'den başarıyla mezun olduktan sonra kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Ted, Sylvia için çok önemliydi. Onu, hayatında eksik olan erkek figürü yerine koymuştu. Ted'in beğenisi, tercihleri, Sylvia için çok önemliydi... Annesine yazdığı bir mektupta, “Dünya üzerindeki, dengim olabilecek tek adam.” diye bahsediyordu. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler.


Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Her ikisi de şair oldukları için, birbirlerinin şiirlerini eleştiriyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Evliliklerinin ilk yıllarında Plath kocası Ted için “Onunla birlikte yaşamak, sonsuza dek süren bir öykü dinlemek gibi: kafası bugüne dek rastladığım en büyük, en imge dolu kafa. Onun büyüyen ülkelerinde sonsuz dek yaşayabilirdim.” diyordu. Aşkından bulutlarda süzülen bir tanrı gibi güçlüydü, Aşk Mektubu adlı şiirindeki dizelerde;

Parıldadı ağaç ve taş, gölgesiz.
Cam gibi saydamlaştı parmak-boyum.
Tomurcuklanmaya başladım bir Mart tohumu gibi:
Bir kol, bir ayak, bir kol, bir ayak.
Böyle yükseldim taşlardan bulutlara.
Bir tür tanrı gibiyim artık
Bir buz tabakası kadar saf,
Süzülüyorum havada
Kendi ruhsal değişimimle. Bir armağan bu.

(Çeviren; Gürkal Aylan)


Ted Hughes ile evlenene dek Plath, zekice yapılanmış, ölçü ve uyağı önemseyerek şiir yazıyordu. Hughes bu baskılardan kurtulması için ona yazma alıştırmaları önermeye başladı. Plath daha yavaş ve özenle yazıyor onun onayını bekliyordu. Ariel adlı son şiir kitabında kocasının önerdiği gibi oto-kontrolu bir kenara bırakıp, her çağrışımı, olayı, şiir yazmak için bir uyaran olarak gördü. İlk şiirlerinde görsel özellikler ağır basarken, son dönem şiirleri ses ağırlıklıydı. Şiirlerinin çoğunda siyah, beyaz, kırmızı, mavi, gri, yeşil, altın sarısı gibi renkleri kullandı. Plath’ın hemen hemen tüm yapıtlarında ölüm, zaman ve doğa ve nesnelerin tuhaflıkları görülür. Yusuf Eradam’a göre, Plath’ın şiirinin resmi: sanatçının evrendeki konumunu, yerini, anlamını, işlev ve amacını belirleyip, saptama gereğinden kaynaklanan bir iç sorgulama, acımasız bir engisizyon, gerçek Sylvia Plath’ın arayışıdır. Sylvia Plath, gerçek duygularını ve bireysel deneyimlerini gizlemeyi istemeyen ilk Amerikan kadın yazarlardan biridir. Öfkesini, saldırısını, düşmanlığını, ümitsizliğini açık bir biçimde söylemede geleneksel edebiyatçılara meydan okudu. Plath’ın öfkesi şeytanlarıyla yüzleşme gücü verdi ona; “Geceleyin kamçılıyorum maymunları, kurtları, ayıları, koyunları demir basamağın üzerinde ve hala uyumuyorum.”(Hayvan Bakıcısının Karısı şiirinden)

Bir çığlık oturur bende.
Geceleri çırpınır uçar
Çengelleriyle, seveceği bir şey aramaya.
İçimde uyuyan bu karanlık şey
korkutur beni;
Bütün gün hissederim onun yumuşak, tüylü dönüşlerini, kötülüğünü.

(Çeviren: Dilek Değerli)


Evliliğinden iki çocuğu oldu. Çocukları olduktan sonra Plath, şair kimliğinin ötesinde ev kadınlığı görevini de üstlendi ve bu, zamanla onu rahatsız etmeye başladı.

Plath öğretmenliği bıraktıktan sonra günde 7- 8 saat yazıyordu.Yazmayı bir görev edinmiş tutkulu ve hırslı bir yazardı. Sabah 7 de uyanmak için saat kuruyor kahvaltı ve ev temizliğini bir saatte halledip yazmaya başlıyordu. Bazen 3 tane daktiloda eş zamanlı yazdığı oluyordu. Babası Alman, annesi Avusturya asıllı olduğundan her gün Almanca çalışıyordu. Ted Hughes’un yazılarını da daktiloya çekiyordu. Kısa süren hayatında bu kadar çok yapıt bırakmasının nedeni de bu kadar çok disiplinli bir şekilde çalışmasıydı. “Meslek olarak yazmak içedönük kılıyor bizi: röportaj, eleştiri, bağımsız araştırma yapmıyoruz. Şiir, yaratıcı sanatların en içedönük, en yoğun olanıdır. Pek para getirmez, bir devlet kuşudur.” diyordu günlüğünde. “Yazmak dinsel bir edimdir: bir düzene karşı koyma, yeniden biçimlendirme, insanları ve dünyayı oldukları ve olabilecekleri gibi yeniden öğrenmek, yeniden sevmektir. Daktilo etmekle ya da dua etmekle geçirilen bir gün gibi geçip gitmeyen bir biçimlendirmedir. Yazmak kalır: kendi gönlünce dünyada dolaşır. İnsanlar okurlar onu: bir kişiye bir felsefeye, bir dine, bir çiçeğe tepki gösterir gibi, tepki gösterirler ona: severler ya da sevmezler. Onlara yardım eder ya da etmez.” “Yaratıcılık için en kötü düşman kendi kendine duyduğun şüphedir.”


Ted Hughes’in kadınlara düşkünlüğü ve aldatmaları sonucunda Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı. Ama boşanma işlemleri tamamlanmadan 11 Şubat 1963’te çocukları uyurken kahvaltılarını hazırlayıp pencerelerini açtı, çocukların oda kapısının altını bantladı ve fırına başını sokup gaz soluyarak intihar etti.Yanındaki bir kağıda doktoru çağırın diye yazmıştı. Sabahları erken gelmek zorunda olan bakıcı kız, üst kattaki adamın zilini çalmış ama gaz onu da sersemlettiği için zili duymamıştı. Bu gecikme, Sylvia Plath’ın oynadığı ölüm kumarını kaybetmesine neden olmuştu. Mezar taşında Plath soyadının yanında Hughes soyadının da yazılı olması Plath hayranlarının tepkisini almasına neden oldu, yazı zaman zaman tahrip edildi.

Sylvia Plath, kocası Ted’in onu aldatması ve evden ayrılmasının ardından onu unutamamıştı. Maddi yönden de sıkıntı içindeydi. Hem kızgın hem de acı içindeydi. Gardiyan isimli şiirinde kocasına duyduğu öfkeyi dile getirdi;
………

Cinsel iktidarsız tasavvur ederim Onu
Uzaktaki bir şimşek misali,
Ki hayalet tayınımı yemişimdir Onun gölgesinde.
Ölmesini ya da gitmesini isterim.
Bu, galiba, imkânsızlıktır,

Bu özgür olmaktır. Ne yapardı karanlık
Yeme heyecanı olmaksızın?
Ne yapardı ışık
Bıçaklayacak gözler olmaksızın, ne yapardı O
Bensiz, ne, ne?

(Çeviren: İsmail Haydar Aksoy)


Çok sevdiği iki erkeğin, babası ve Ted ’in onu terk etmeleri sonucu yazdığı Daddy şiirinde ikisini bir tutar ve babasına seslenir;“Bir değil iki adam birden öldürdüm / bana sen olduğunu söyleyen / ve bir yıl, doğrusunu bilmek istersen,/ tam yedi yıl kanımı emen vampiri./ babacığım sırtüstü uzanabilirsin şimdi.”(çeviren; Yusuf Eradam)

Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”.

Hayatı boyunca manik-depresif bozuklukla yaşadı.On yaşında ilk intihar girişiminde bulundu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'daki ikinci yılında bir yazma kursuna kabul edilmeyince ilaç alarak ölmek istedi, ikinci intihar girişiminde bulundu ve bir akıl hastanesine yatırıldı. İntihar, Sylvia Plath’ın hayatında sürekli yer alan bir duygu ve eylemdi. On yılda bir intihara kalkıştı. 1963’de üçüncü ve ölümle sonlanan son intiharını gerçekleştirdi. Başarı hırsıyla dolu olan Plath, başarısızlığa ve başkalarının kendisinden daha üstün olmasına dayanamıyordu. Hayatta en korktuğu şey başarısızlıktı.Günlüğünde yazdığı gibi;“Daha derin düşünen, daha iyi yazan, daha iyi resim yapan, daha iyi kayan, daha iyi görünen, daha iyi seven, benden daha iyi yaşayan kimseleri kıskanıyorum.” Çözüm bulamadığı sorunlar karşısında intihara başvuruyordu. Bayan Lazarus adlı şiirinde Plath, İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine gönderme yaptı. Plath, bu şiirde intihar girişimini övünçle anlattı:

Gene yaptım, gene yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben!
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte

İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.

İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç dönmemeyi.
Üstüme kapaklandım.

A. Alvarez’in Sylvia Plath ile ilgili anılarında onun bir risk alıcısı olduğunu ve intiharının da bir kumar olduğunu söyler. Plath, kendisinin intihar konusunda uzman olduğunu düşünüyordu ve ölüme tutkuyla bağlı olması sonucu ölümsüzleşeceğini de seziyordu sanki.

Ölmek,
Her şey gibi bir sanattır,
Bu konuda yoktur üstüme.
……

Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Ben diriliyorum, kalkıyorum işte
Küllerin arasından, kızıl saçlarımla
Ve insan yiyorum hava solurcasına”

(Çeviren; Yusuf Eradam)

Onu hayata döndüren doktorları Nazilere benzetti;
Ya işte böyle, Herr Doktor.
İşte böyle, Herr Düşman

Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip bir çığlığa dönüşen.

Birçok şiirinde ölmek istemediğini açıkça ifade eden Plath, ölerek unutulmayı değil, ölümüyle hatırlanmayı istemiş; intihar ederek, ölümü kendi tercihi olarak göstermiştir . 1950 yılında günlüğüne şunları yazdı; “ Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız. Bataklık kumu gibi tıpkı... Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim heyecanı biraz yenileyebilir ama yeterince değil. Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum. Bir zamanlar yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü... Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama doruktaki o an, o parıltı... Gelip geçiyor sürekli bir bataklık kumu, ama ben ölmek istemiyorum.” (Çeviren;Şadan Karadeniz) Dikeyim ben şiirinde ise ölümünden sonra değerinin bilineceğini vurguluyordu;

Uzanıp yatmak daha doğal benim için.
Açık bir iletişim içinde oluyorum gökle o zaman
Ama asıl son kez yattığımda bilinecek değerim:
Ağaçlar dokunabilir o zaman, bana ayıracak zamanları olur çiçeklerin.

(Çeviren; Gürkal Aylan)


Ölmek istemedi, çünkü yazacağı çok şey vardı, ölmek istedi çünkü öfke ve sitemle karışık yakınlarına acı vermek ve ölümsüzleşmek istiyordu. Şiirde yeni bir sayfa açtı ve yazdıklarıyla hep yaşayacak hiçlik düşesi, dehlizlerin şairi Sylvia Plath.


KAYNAKLAR

- Letters Home, Sylvia Plath, 1992, HarperPerennial.
- Sylvia Plath’ın Günceleri, Çeviren:Şadan Karadeniz, 2000, Oğlak Yayıncılık
- The Poet Speaks Interviews with Contemporary Poets, Hilary Morrish, Peter Orr, John Pres ve Ian Scott-Kilvert, 1966, Londra.
- Ben’den Önce Tufan, Yusuf Eradam, 1997, İmge Yayınları.
- Suyu Geçiş, Sylvia Plath, Çeviren: Gürkal Aylan, 2006, Artshop Yayıncılık.
- Üç Kadın, Sylvia Plath, Çeviren: Gürkal Aylan, 2006, Artshop Yayıncılık.
- Temmuz Gelincikleri, Sylvia Plath, Çeviren: Gürkal Aylan, 2007, Artshop Yayıncılık.

*Bu yazı Sahafın Keçisi 2. sayısında Mayıs 2009  ve Çerçevesiz Sanat'ta yayınlanmıştır.